Kayıtlar

Nisan, 2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ne kafasındaysa artık :)

bugün şaşkının teki bunu facebook hesabıma yollamış :) çok güldüm hala gülüyorum :)) BİR SEVDADIR GÜLÜŞÜN Gülüşün... Hiç kimsede olmadığı kadar içten, hiç kimsede olmadığı kadar yumuşak... Gülüşün, gözlerine yansıyan ışık. Sen gülüyorsun, ben bir diyardan diğerine sürüklenen serüvenci oluyorum. Gülüşün çocuk, haylaz, yaramaz, umursamaz... Ve bir o kadar da uslu, söz dinleyen, huzur veren... Gülüşün, damarlarıma işliyor, bağımlılık yaratıyor. Bir tutku, vazgeçmesi mümkün olmayan. Bir hayat senfonisi, her notasında aşkı saklayan. Sevmeyi bilen gülüşün, sevdikçe sevdiren gülüşün... Özlemin en koyusu senin gülüşüne konaklamış. O gülüşü görmeden yaşamak öyle zor ki... Sınırsız okyanusların, en mavi denizlerin beyaz yelkenlisi... Umudun ta kendisi... Menzili olmayan bir uçuş, sonsuzlukta kayboluş... Güven veren gülüşün, cesaret veren... Hayatın bütün kaypaklığına, ikiiyüzlülüğüne ve acımasızlılığına direnme gücü veren... Yaşama sevincini her gördüğümde yeniden yüreğime yerleştiren gülüşün.

Şeyh Bedrettin Destanı'ndan, Nazım Hikmet

Ortada yere saplı bir kılıç gibi dimdik bizim ihtiyar. Karşıda hünkâr. Bakıştılar. Hünkâr istedi ki: bu müşahhas küfrü yere sermeden önce, son sözü ipe vermeden önce, biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner âdâb ü erkâniyle halledilsin iş. Hazır bilmeclis Mevlâna Hayder derler mülkü acemden henüz gelmiş bir ulu danişmend kişi kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip, «Malı haramdır amma bunun kanı helâldır» deyip halletti işi... Dönüldü Bedreddine. Denildi: «Sen de konuş.» Denildi: «Ver hesabını ilhadının.» Bedreddin baktı kemerlerden dışarı. Dışarda güneş var. Yeşermiş avluda bir ağacın dalları ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar. Bedreddin gülümsedi. Aydınlandı içi gözlerinin, dedi: - Mademki bu kerre mağlubuz netsek, neylesek zaid. Gayrı uzatman sözü. Mademki fetva bize aid verin ki basak bağrına mührümüzü.. Yağmur çiseliyor, korkarak yavaş sesle bir ihanet konuşması gibi. Yağmur çiseliyor, beyaz ve çıplak mürted ayaklarının ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi. Yağmur ç

Şeyh Bedrettin Destanı, Nazım Hikmet

SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDRETTİN DESTANI            Darülfünün İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin 1925-1341 senesinde Evkafı İslâmiye Matbaasında basılan «Simavne Kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmış beşinci sayfasına gelmiştim. Cenevizlilere sırkâtip olarak hizmet eden Dukas, tarihi kelâm müderrisinin bu altmış beşinci sayfasında diyordu ki:         «O zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde kâin ve avam lisanında Stilaryum - Karaburun tesmiye edilen dağlık bir memlekette âdi bir Türk köylüsü meydana çıktı. Stilaryum Sakız adası karşısında kâindir. Mezkûr köylü Türklere vaiz ve nesayihte bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevaşi ve arâzi gibi şeylerin kâffesinin umumun mâli müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.»         Stilaryumdaki âdi Türk köylüsüsün vaız ve nasihatlarını bu kadar vuzuhla anlatan Cenevizlilerin sırkâtibi, siyah kadife elbisesi, sivri sakalı, sarı uzun merasimli yüzü

küçük bir not

Klasik sanatlara olan ilgi ve merakımın, her şeyden önce, duyduğum hayranlıktan beslendiğini dile getirmek bu yazının bekası için önem arz etmekte. Zira bu alanın jargonunu bilmediğimden yapacağım hataları baştan kabulleneyim de, basit ve komik olarak algılanma yanılgısına düşürmeyeyim kimseleri. Hem Rönesans hayranlığı takıntı seviyesine ulaşmış birinin, baleye olan ilgisi pek de yadırganacak bir şey değildir diye düşünüyorum. Burada özellikle tiyatroya gidemediğimden opera ve baleyi tercih ediyorum, ve Ivana'nın yardımıyla uygun fiyatlı biletler bulduğum için de sık sık gitme fırsatım oluyor. Yanlış anlaşılmasın zaruretten değil, opera ve baleyi pek severim ama yer yüzünde- kendi sanatımda dahil - hiç bir görsel sanat ve performans sanatı tiyatronun hayatımda ki yerini alamaz. Velhasılı, uzattım yine, bundan sonra izleme fırsatı bulduğum opera ve bale performansları ile ilgili de yazmaya karar verdim, hem üzerine biraz daha düşünebilmek - vakit ayırabilmek için, hem de unutmama

Bahar Belki Gelir

Baharın gelmesi için çiçeklerin açması mı lazım? Ya da sesini duyurabilmek için bağırmak mi gerek pervasızca? Yaşamak için baharları ve sessizlikleri mi beklemeli insan, ya da kalabalıklara mı karışmalı? Yaşayamayacağı bir dünya ideali için ölmeli mi, ya da gömülmeli mi sessizliğine? Hep dışında kalmaya mahkum edildiği duvarlar etrafında bihaber yaşamayı kabullenmeli mi, o duvarlar içinde onun adına verilen kararlara boyun eğerek? Gitmeli mi, ya da kalmalı mı birinin diğerinden bir farkı yokken? Uğruna ölünecek bir şeyler bulamadığımızdan mı yalnızlığımız, yoksa mümkün olduğuna inandığımız dünyanın ancak yaşandığında anlamlı olmasından mı? Neden bu kadar çok soru soruyor, sorularımıza cevaplar bulmak yerine onlara sadece yenilerini ekliyoruz? Söylendiği gibi gerçekten bu mu sorunu, "yaşamayı bilmeyen bu nesil"in? Yoksa "yaşamayı 'pek de' bilmeyen bu nesil" emsalleri gibi, yaşamak hakkında pek çok düşünüp, düşündüklerini fiile dökemeyecek kadar aciz

Seni, Erich Fried

Daha yakında düşünmemek seni ve seni daha uzakta düşünmemek olduğun yerde düşünmek seni çünkü olduğun yerde gerçeksin Daha yaşlı düşünmemek seni ve daha genç düşünmemek ne daha büyük ne daha küçük ne daha sıcak ne daha soğuk Seni düşünmek ve özlemini çekmek senin görmek istemek seni ve seni sevmek gerçekten olduğun gibi Erich Fried

İzleyiciler